Latin harflerinin kullanılması konusu daha Osmanlı döneminde ele alınmaya başlanmıştır. Bu yöndeki ilk fikir 1860’lı yıllarda Azerbaycan’lı Feth Ali Ahundzade tarafından ortaya konur. “Osmanlıcılık” ile beraber “İslamcılık” fikrinin de Osmanlı’nın dağılışını durduramaması üzerine İkinci Meşrutiyet döneminde İslamiyet’ten bağımsız Türk ulusal kimliği yaratma çabası hız kazanır. Yeni harflere geçme isteği de bu çaba içinde ele alınır. 1914 yılında Kılıçzade Hakkı’nın yayınladığı “Hürriyet-i Fikriye” dergisinde de Latin harflerinin kullanımı önerilir.
Mustafa Kemal konu ile 1905-1907 tarihleri arasında Suriye’de iken ilgilenmeye başlamıştır. 1922’de gazeteci Hüseyin Cahit, Atatürk’e “neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?” diye sorar. Atatürk “henüz zamanı değil” yanıtını verir. 1922’de Azerbaycan’ın Latin alfabesine geçmesi Türkiye’de heyecanla karşılanır. 1923’teki İzmir İktisat Kongresi’nde yazı değişikliği yönündeki öneri kongre başkanı Kâzım Karabekir tarafından “İslam’ın bütünlüğüne zarar vereceği” gerekçesiyle reddedilir.
1928’de harf devrimi için bir komisyon kurulur. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngörülmesi üzerine Atatürk “bu ya üç ayda olur ya da hiç olmaz” diyerek meseleyi noktalar.
Atatürk, 9-10 Ağustos 1928 gecesi Sarayburnu’ndaki nutkunda yeni yazıya geçmenin gerekçesini okuma yazmayı artırarak bilimi, çağdaş uygarlığı yakalamak olarak ortaya koyar:
Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzumu anlamak mecburiyetindeyiz. Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki bir milletin, bir heyeti içtimaiyenin yüzde onu, yirmisi okuma yazma bilir, yüzde sekseni, doksanı bilmezse bu, ayıptır. Bundan insan olanlar utanmak lâzımdır.
Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış, tarihini iftiharla doldurmuş bir millettir. Fakat milletin yüzde sekseni okuma yazma bilmiyorsa bu hata bizde değildir; Türk’ün seciyesini anlamayarak kafasını birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin hatalarını kökünden temizlemek zamanındayız. Hataları tashih edeceğiz. Bu hataların tashih olunmasında bütün vatandaşların faaliyetini isterim. En nihayet bir sene, iki sene içinde bütün Türk heyeti içtimaiyesi yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz yazısıyla, kafasıyla bütün âlemi medeniyetin yanında olduğunu gösterecektir.
Görüldüğü gibi mesele sadece okuma-yazmayı kolaylaştırmak değil, halkın “kafasını birtakım zincirlerle saranlar”ın neden olduğu cahilliğin giderilmesi, halkın aydınlanmasıdır. Cumhuriyet’in hedefi bilimle, sanatla uğraşan, kalıplaşmış fikirleri eleştiren, aklını özgürce kullanabilen yeni insanı yaratmaktır.
Bir başka yerde Atatürk meseleyi şu şekilde belirtir:
Her araçtan önce büyük Türk ulusuna onun bütün emeklerini kısırlaştıran çorak bir yol dışında, kolay bir okuma yazma anahtarı da vermek gerekir. Bizim zengin ve ahenkli dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterebilmesi ancak Latin kökünden alınan Türk alfabesiyle mümkün olacaktır.
1 Kasım 1928 tarihinde Latin alfabesine dayalı yeni Türk alfabesinin kabulünden sonra, 24 Kasım 1928’de yayımlanan Millet Mektepleri Talimatnamesi gereğince, yurdun çeşitli yerlerinde Millet Mektepleri açılarak halka yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Kısa zamanda halkın okuma yazma düzeyi artmıştır.
Arapça’ya geçme isteğinin amacı
Bugün ise Latin harflerini “şeytan işi” olarak gören, Cumhuriyet ile hesaplaşmanın bir aracı olarak Arapça’nın, Osmanlıca’nın seçmeli ders olması girişimiyle karşı karşıyayız. Hatta ekranlarda “Kuran’ın Türkçe açıklamasının günah” olduğunu belirten, insanları “meleklerin ahiret gününde Arapça ile hesaba tutacağı” ile korkutan medya vaizleri boy göstermektedir. En son yapılan Milli Eğitim Şurasında “Osmanlıca’nın seçmeli ders olması” önerilmişti.
Geçen yıl Edirne Valisi ziyaret ettiği bir okulda öğrencilerin süt içmelerini teşvik etmek için tahtaya Osmanlıca “sağlığınız için süt için” yazmıştı. Peki Osmanlıcanın seçmeli veya zorunlu olarak ders olarak gösterilmesi savunulmalı mıdır? Bu soruya Osmanlıca ile hedeflenenler ışığında yanıt verelim.
1) Osmanlıca’nın orta öğrenimde yararlılığı yoktur. Ölü bir dildir. Dünyada hiçbir devletin dili değildir. Anlaşma dili değildir. İngilizce, Almanca öğrenmek gibi kullanışlılığı yoktur. “Nedim’i, Fuzuli’yi öğrenmek, tarih bilmek, anıt ve mezarları okumak” için liselerde Osmanlıca öğretmeye gerek yok. Çevirileri var. Liselerde Nedim de Baki de öğretiliyor. İlle de asıl kaynağına bakmak gerekmez. Kimilerinin gerekçe olarak belirttiği “mezar taşını okumak için” de gerek yoktur. Mezar yazısını resmini üniversitede Osmanlıca dersi alan akrabanıza cep telefonunuzdan yollarsanız anında ne yazdığını öğrenirsiniz. Bunun için yıllarca Osmanlıca öğrenme zahmetine girmenize gerek yoktur. Ayrıca İstanbul’un dışında kaç yerde Osmanlıca mezar taşı var?
Osmanlıca uzmanlık işidir. Lisede bilim adamı yetiştirmiyoruz, genel bilgi veriyoruz. Meraklı varsa, uzmanlaşmak istiyorsa açılan kurslara gidebilir. Üniversitelerde ilgili alanlarda bu ders vardır ve gereklidir. Ama hayatta işe yaramayan dersi ortaöğrenime koymak yanlıştır.
Türkçe’sini geliştirmeyen (eksik harfli kelime yazma, okunaklı yazamama, vs), ezberci sistemin dışına çıkıp araştırmaya meraklı yapamadığımız öğrencilerde tarihi, Nedim’i daha derinlemesine öğrenmek için merak duygusu uyandırmak olanaklı değildir.
Tarih öğreteceksek demokratik devrimimizin uzandığı 1800’li yıllardan günümüzü tek bir derste (İnkılap Tarihi) değil liseye yayarak şekilde öğretelim.
2) Osmanlıca tartışması iktidarın bağnaz ve Ortadoğu’ya yönelik emperyal projelerinden ayrı düşünülemez. İktidar düzenini meşrulaştıracak her türlü projeden kaçınmak gerekir. Osmanlıcanın seçmeli olarak görülebileceğini savunan ilericiler ancak iktidarın elini güçlendirir. Bugün seçmeli olduğunda yarın zorunlu yapmasına olanak tanınmış olur. O yolu açmak Cumhuriyetçilerin görevi olamaz.
Önceki Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen Genel Başkanı, Ahmet Gündoğdu, “birilerinin Osmanlı’dan, başörtüden, dinden bahsedildiği zaman kırmızı görmüş boğa gibi saldırıya geçtiğini” belirterek, “Osmanlı bizim ecdadımız. Osmanlı bizim dedelerimiz. Biz dedelerimizle gurur duyuyoruz. Harf inkılabı ile koparılmış olan köprünün yeniden kurulmasını istiyoruz” demişti. Böylece derdinin Cumhuriyet olduğunu ortaya koymuştur. Atatürk ve Cumhuriyet kadrolarına doğrudan saldıran bu anlayış yazı devrimini Osmanlı ile “köprünün kopması” olarak görerek Cumhuriyet yerine de padişahlığı, halifeliği önermiş oluyor.
3) Osmanlıca öğrenmesi zor dildir. Bunu liseye, belki de ortaokula yaymak gerekecektir. Sonunda da meraklı çok az kişinin dışında değerlendirilmeyecek bir dili öğretmek zaman kaybıdır. Öğrenciyi araştırmaya merak salan, hayatta yararı olan derslere yöneltelim.
Mesele “asıl haliyle eserin lezzetine varmak”, “dil öğrenmek”, “geçmişle bağları kurmak” değildir. İlgilisi buna yönelik kurslara gidebilir, yüksek okulunu okuyabilir. Okuduğunu anlamayan, düşünmeyen, dolayısıyla fikrini açıklayamayan halk bu kesimlerin halkı din yoluyla sömürülmesine de karşı çıkamayacaktır. Osmanlıca veya Arapça’ya dönülme isteğindeki esas amaç budur.
Yazı devrimine karşı çıkanların hedefi Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesillerin yetişmesini engelleyerek halkı köleleştirmektir.
Mustafa Solak
ADD Bağcılar şube yöneticisi
ADD Bilim Danışma Kurulu üyesi